‘Yeniçeri’ vampirleri bir ‘hayatta kalma’ sorunudur
Önemli bir vampir edebiyatı ya da vampir sineması geliştirmemiş olsak da tarihsel anlamda tam da vampirlerin her zaman ortaya çıktığı topraklarda yaşıyoruz. Türk dünyasının halk inanışlarında yer alan ve ubir, obur, gulyabani, hortdan, cadı, albasti gibi isimlerle anılan bu yaratıklar ya vampir ya da vampir özelliği taşıyan varlıklardır. Kazan Tatarlarından Misherlere, Başkurtlara, Çuvaşlara kadar pek çok alanda vampir inancı oldukça yaygındı. Bir kısmı Osmanlı topraklarında bulunan Slavlara özgü olan bu inanç, birçok devlet gibi Osmanlı Devleti’nin de zaman zaman vampirlerle uğraşmasını gerektirmiştir.
Kalplerine kazık çakılmadıkça ölmeyen bu varlıklar, asırlarca yaşarlar, insanların kanlarıyla beslenirler, kanını emdikleri kişinin ölümüne sebep olurlar ve bazen bir köyde veya kasabada yaşayan insanların büyük çoğunluğu kötülüğün insan vücudunda cisimleşmesi ve ortaya çıktıkları her yerde yok edilmeleri gerekir.
Peki vampirlerin gotik edebiyat ve sinemanın çekici ve kazançlı unsurları olmaktan başka işlevleri var mıydı? Tabii ki var. Çünkü vampir 1700’lerin ve 1800’lerin ‘öteki’sidir.
Yeniçeri Vampirleri
Osmanlı tarihindeki ‘Tırnova Cadıları’ olayı, günümüzde alıştığımız ‘algı operasyonu’ kavramının tarihi örneklerinden biridir. İktidarların toplum algısını yönetmek için yaptığı dezenformasyonun sadece günümüzde değil geçmişte de uygulandığını göstermesi açısından da oldukça değerlidir.
Resmi tarihten okuduğumuz kadarıyla, bir zamanlar Osmanlı Devleti’ne büyük askeri başarılar kazandıran, disiplinden uzaklaşan, isyan yuvası haline gelen, halkın canına ve malına kasteden Yeniçerilerin isyan çıkardıklarını biliyoruz. zaman zaman. Bu nedenle 1826 yılında II. Yeniçeri Ocağı Mahmud döneminde kapatılmıştır. Kapatma denilen şey, tüm Yeniçerilerin öldürülmesidir. Bu olay tarihe Vaka-i Hayriye (Hayırlı Olay) olarak geçmiştir. Ancak bazı yeniçeriler vardır ki, onları öldürerek bile onlardan kurtulmak mümkün değildir! Mezarlarından çıkıp insanlara musallat olmaya devam edebilirler. Tarnova cadıları olarak adlandırılan Abdi Alemdar ve Ali Alemdar gibi…
Bulgaristan’ın o dönemde Türk hakimiyetinde bulunan Tırnova kasabasında meydana gelen olaylar üzerine Tırnova kadısı Ahmet Şükrü Efendi duruma müdahale ederek bir anda ortaya çıkan cadıları nasıl yok ettiklerini hükümete bildirdi: “Bir cadı geldi. Tırnova’da ortaya çıktı, gün batımından sonra ortaya çıkıyor, Un, yağ, bal gibi şeyleri karıştırıyor, yastık, yorgan, bohça açıp dağıtıyor, insanlara saldırıyor, tecavüz ediyor. Bunu önlemek için Witcher Nikola (o dönemin ünlü cadı avcısı) ile pazarlık yaptık. Mezarlıkta cadıların yerini buldu. Biz onları kalplerine kazık saplayarak ve üzerlerine kaynar su dökerek öldürdük.”
Reşat Ekrem Koçu’dan öğrendiğimize göre bu mektup, o dönemde devletin resmi gazetesi olan Takvim-i Vekayi’nin 19 Rebiülevvel 1249 tarih ve 68 sayılı sayısında yayınlanmıştır.
Böylece halkın bir kısmının sempati duyduğu yeniçerilerin öldürülmesi ve yeniçeri ocağının kapatılması nedeniyle padişaha karşı bir tepki olasılığı, öldükten sonra cadıya dönüşerek devam eden bu yeniçeriler sayesinde ortadan kalkmıştır. insanlara zulmetmek için. Yeniçeriler halk nezdinde o kadar itibarsızlaştırıldı ki birçok yerde yeniçeri mezarlarına saldırılar düzenlendi ve vampire dönüşebilen bu ‘öteki’lerin mezar taşları paramparça edildi.
VAMPİR BİR HAYATTA KALMA SORUNUDUR
Tarihte sadece yeniçeriler mi vampirlerle özdeşleşmiştir? Tabii ki değil. Elbette başka “ötekiler” de var. Örneğin Selanik’te bir köyde yaşayan bir Hristiyan öldükten sonra vampire dönüşerek çevresindeki birçok kişinin kapısına giderek kendisine inanan ve peşinden gidenleri öldürmeye başlamıştır. Bunun çaresi nedir, dönemin Şeyhülislamı Ebussuud Efendi’ye soruldu. Şeyhülislam şöyle cevap verdi: “Olay günü kabre gidip önce çıplak bir sopayla yere vursunlar ki, sopa kalbine ulaşsın, umulur ki gider. sınır dışı edilmek Benzin kırmızıya dönerse kafasını kesip ayaklarının olduğu yere atsınlar. Kötüleşmeyi bırakmışsa başını kesip ölünün ayakucuna koysunlar. Hala çıkarılmadıysa, cesedi çıkarsınlar ve ateşte yaksınlar.”
Önemli olan insanların neye inandığı değil, inançlarının nasıl yönlendirildiğidir. Bir yeniçeri, bulunduğu yere göre vampir ya da Hıristiyan olabilir.
Herkesin ve her toplumun kendine ait bir ‘öteki’si olabileceğinden, vampirin kimliği de mekana ve zamana göre değişebilmektedir. Örneğin Rus edebiyatında ilk vampir öykülerini yazan Lev Tolstoy’un ‘Vurdalak Ailesi’ öyküsündeki vampir karakteri bir Türk’tür. Ve (yazıyı buraya kadar okuduğunuzu varsaydığım için söylüyorum) çok iyi tanıdığımız bir Türk.
Hikayede kendini bir Sırp köyünde bulan bir Fransız diplomat, köydeki bir eve misafir olur. Evin sahibi Görçe, tüm bölgeye haraç ödeyen Alibek isimli hırsızı yakalamak için silahlarıyla yola çıktı. Tolstoy’un muhteşem üslubuyla Bet, bize masraf, heyecan ve merak dolu farklı mekanlarda okuma fırsatı sunuyor ama bu noktada bizi ilgilendiren, Gorçe’nin peşinde olduğu hırsızın Alibek olması. Ve iddia edilebileceği gibi, Alibek bir tarla faresidir. (Bu arada Vurdalak’ın aile bağları ve akraba kanını içmeyi tercih eden bir vampir türü olduğunu da belirtelim.) Alibek bir Türk ama sıradan bir Türk değil. Edebiyat tarihçileri öyküdeki referansları, öykünün tarihini, geçtiği bölgeyi ve vampirin işlediği kötülüklerin niteliklerini incelediklerinde, Alibek’in Tarnova cadımız Ali Alemdar’dan başkası olamayacağı sonucuna varırlar.
Ali tam olarak Ali’dir ama onu vampir yapan şey Tolstoy’a göre Osmanlı ve Türk’e göre yeniçeri olmasıdır. Aslında vampir dediğiniz şey bir tür mit, halk için güya hurafe, hayatta kalma sorunu olarak gösterilmesi ise yöneticilere uygun bir ‘fırsat’tır.